Kayıt Tarihi: 15 Eylül 2020 Salı 18:32
Seyahatnamelerde Ereğli
1961 yılının 6. Ayının 16'sında Eregli'de iki kuşaktır eczacı bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya geldim.Turgut Reis Ilkokulu'nun ardından Galatasaray Lisesi'ni 1980'de bitirdim..On yaşlarından beridir kokusunda büyüdüğüm Memleket Eczanesi beni eczacı yaptı.Askerlik görevini yerine getirdiğim 1986-87 Çanakkale Deniz Hastanesi dönemi dışında dedemin eczanesinde babamla birlikte çalıştık.Halen üçüncü kuşak olarak dede yadigârı Memleket Eczanesi'ni sürdürmeye çalışırken 2004'ten bugüne Ecz. Sabit Duran'ın Ereğli Tarihi'ni yayınlamak üzerine başladığım çalışmalar beni bir yerel tarih tutkunu haline getirdi.Geçen yılsonu yayımlanan "Kastamonu ve Bolu Salnamelerinde Ereğli" adlı bir kitabım var..
Shane Brennan

Anadolu kültürleri ve coğrafyası alanında uzman bir Eski Çağ Tarihçisi olan Shane Brennan, 2011-2016 yılları arasında Mardin Artuklu Üniversitesi’nde çalışmış bir akademisyendir.

Brennan’ın kentimiz açısından önemi, Herakleia’nın da sözünün edildiği tarihin en eski Seyahatnamesindeki yolculuğu Mayıs 2000-Temmuz 2001 tarihleri arasında toplam 5.500 km. yol yürüyerek tekrar gerçekleştirmesidir.

Türkçede geçtiğimiz aylarda On Binler’in İzinde - Adım Adım Türkiye, Suriye ve Irak adıyla yayımlanan bu seyahatin raporu olan kitapta Brennan; kentimize aşağıda anlatacağımız nedenden ötürü fazla değinmese de, bu dizide yer almayı hak ediyor.

Halen Dubai Amerikan Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Shane Brennan, 2001 Haziran ayı sonunda yöremizden geçmiştir.

Brennan, kitabının Başlarken bölümünde (1) seyahatini şöyle anlatır:

“Bu kitap, MÖ 401 yılında Batı Anadolu kıyılarından iç kesimlere doğru sefere çıkan bir paralı asker ordusunun günümüzdeki izlerini arayış öyküsüdür1. Askerlere yalan söylenmiş, yerel bir kavim olan Pisidialıları2 topraklarından kovmak üzere sefere çıkıldığı anlatılmıştır. Oysa orduya komutanlık eden Pers prensi Genç Kyros’un dillendirdiğinden çok daha gözüpek bir amacı vardır. Ordusuyla Babil'e kadar gidip, ağabeyi Büyük Kral’ı tahtından indirmeyi istemektedir3. “On Binler” adıyla anılan askerlerin sıradışı maceraları, içlerinden biri olan Atinalı Ksenophon tarafından yazıya dökülmüştür. Anabasis Kyrou (“Kyros’un Tırmanışı”) adlı bu kitabı kendime rehber edinerek, 2000 yılının Mayıs ayında, orduyla aynı yerden yolculuğuma başladım. Amacım Ksenophon’un tanıttığı yolun ne derece izlenebilir olduğunu saptamak ve betimlediği yerlerden günümüze kalan izler olup olmadığını bulmaktı. Her iki amacımı da beklediğimin ötesinde bir doğruluk payı ile gerçekleştirdiğimiz söyleyebilirim. Akşehir yakınlarında bir yol kenarında çağıldayan çeşme (Anabasis 1. 2. 13), Suriye'nin deniz kadar pürüzsüz düzlükleri (Anabasis 1. 5. 1) ve Irak’ta Dicle kıyısında bulunan tarihî kalıntılar (Anabasis 3. 4. 7) gibi göze çarpan bazı yerler, Ksenophon’un anlattığı zamanlardan bu yana, 2500 yıl boyunca hiç değişmeden duruyordu. Benzer biçimde Ksenophon’un ayrıntılara olağanüstü bir özen göstererek tuttuğu sefer kayıtlarının da olabildiğince izlenebilir durumda olduğunu gördüm. Seferin her bir durak noktasını anlatmış, ordunun aştığı her bir uzaklığı belirtmişti kitabında. Günümüz coğrafyasıyla neredeyse tümüyle örtüşüyordu bu bilgiler. Sardes’ten başlayıp Babil'e gittiğim ve oradan da İstanbul'a döndüğüm kendi yolculuğum, 15 ay sürdü. Toplamda 5500 km yol yürümüştüm ki bu, Ksenophon’un dediği rakamlarla neredeyse birebir örtüşüyordu.

Yolculuğundan çıkardığım en büyük sonuç, Ksenophon’un gezi yazılarının genel olarak güvenilir bir kaynak olduğuydu. Günümüzde belki abartılacak bir erdem gibi görünmeyebilir bu. Ancak eski çağlarda yaşamış yazarlar arasında ender bulunan bir özelliktir. Geçmişte yazarlar yazdıklarının doğru olmasına fazla özen göstermezlerdi. Üstelik gösterecek olsalardı bile, doğru bilgilere ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Bu nedenledir ki Anabasis, Ksenophon’un ne derece yetenekli ve çağının ötesinde bir tarihçi olduğunun bir belgesi niteliğindedir.

(….)

2000 ve 2001 yıllarında gerçekleştirdiğim yolculuğumla günümüz arasında geçen kısa sürede, bölgede fiziksel, siyasi ve kültürel anlamda çok büyük değişimler yaşanmıştır. 2000 yılında On Binler’in yolu izlenebilir ve belli başlı anıtlar hala gezilebilir durumdayken, günümüzde böyle bir girişimde bulunmak çok daha zor olacaktır. Yol, günümüzde artık kanunların işlemediği pek çok bölgeden geçer. Söz konusu bölgelere yakın gelecekte de girilemeyeceği açıktır. Yine aynı nedenlerle yol üstündeki tarihi kalıntıların birçoğu ya radikal İslamcılar tarafından yok edilmiş ya da defineciler tarafından yağmalanmıştır.

İnsanların yol açtığı bir diğer olumsuzluk ise doğal çevrenin değiştirilmesi olmuştur. Türkiye'nin doğu kesimlerinde inşa edilen barajlarla birçok tarihi yerleşim sular altında kalmaktadır. 2001 yılında yürüdüğüm yollarda, Alpaslan-1 Barajı’nın inşaatı nedeniyle köyler ve tarlalar yeni yeni boşaltılmaktaydı. Bu ekolojik dönüşüm zaman içinde giderek artmış ve daha birçok köy başka yerlere taşımak zorunda kalmıştır. Ilısu Barajı, yakın gelecekte yukarı Dicle'nin azımsanmayacak bir kısmını sular altında bırakacaktır. 1950'li yıllarda ülkenin enerji gereksinimini karşılamak üzere tasarlanan bu baraj, kesintilere uğrayarak uzun bir inşaat sürecinden geçmiş ve zaman içinde devletin gücünü göstermeye yarayan bir simgeye dönüşmüştür. Ancak barajın yol açtığı toplumsal ve çevresel sonuçlar, ülke sınırlarını aşacak niteliktedir. Birçok bilim insanı Suriye'de ve Irak’ta giderek artan kum fırtınalarının barajların azalttığı su miktarı nedeniyle gerçekleştiği görüşündedir. Suların azalması sonucunda özellikle Irak’ta devlet bazı ekinlerin sulanmasını yasaklamak durumunda kalmış, bu durum tarım faaliyetlerini büyük oranda aksatmıştır.

Son yirmi yılda Irak’ta ve Suriye'de yaşanan savaşlar, ülkelerin yalnızca zengin kültür varlıklarında yaralar açmakla kalmamış, toplumsal dengeleri de parçalamıştır. Azınlıklara uygulanan baskılar, sık sık haberlere çıkmaktadır. Tarihî kalıntılar da bu süreçte yıkılmış ve yağmalanmıştır. Suriye'deki Palmira, Dura Europos ve Mari ile Irak'taki Hatra, Nimrud ve Ninova bunlara birer örnektir. Hristiyanların ve Yezidilerin yüzlerce yıldır gölgesinde yaşadığı Nimrud ile Ninova Ksenophon’un yazılarında ayrıntılı biçimde yer bulur (Anabasis 3. 4. 7-9 Larisa-Nimrud; Anabasis 3. 4. 10-12 Mespila-Ninova). Ne acıdır ki Batı dünyası kültürel miras ve insan sağlığı gibi konulara küresel bir önem veriyormuş gibi görünedursun, bu ülkelerin kadim haklarına ve yeri doldurulamaz tarihî kalıntılarına en büyük zararı veren, Amerika'nın hesapsızca ve acımasızca giriştiği askeri müdahaleler olmuştur.

Bu kitabı yayınlamakta ki öncelikli amacım, hem değerli insanlık mirasına son yirmi yılda verilen zararı vurgulamak hem de Ksenophon’un Anabasis’ine olan ilgiyi ve bilinci arttırmaktır. Türkçe basılmış çok sayıda Anabasis çevirisi olmasına karşın metnin yorumlandığı ya da kapsamlıca tanıtıldığı kitaplar yok denecek kadar azdır. Bir eksikliktir bu. Çünkü Anabasis her ne kadar apaçık bir yolculuk dökümü gibi görünse de özünde konu bakımından büyük bir zenginlik, biçim ve sunum bakımından ise dikkate değer bir özgünlük barındırmaktadır. Ele aldığı dönem MÖ 401-400 arasında görece kısa bir zaman dilimidir. Ancak tarihe o günün insanlarının gözünden bakarak dönem ve toplum hakkında önemli çıkarımlar yapabilmekteyiz.”

1 Sefer güzergâhı için bkz. Harita 1.

2 Pisidialılar, Anadolu'nun güneyindeki iç kesimlerde yaşayan, kural tanımaz bir topluluktur.

Bkz. Aşama Haritası Anabasis 7-11.

3 Hellenler Pers imparatorlarına “Büyük Kral” derler. Bu tanımla Pers imparatorunu Doğu ülkelerindeki irili ufaklı pek çok beyliğin kralından ayrı tutmuşlardır.

Brennan, dile getirdiklerinde çok haklıdır. Ancak, bizim açımızdan üzücü olan Ereğli'nin geçtiği tarihteki ilk Seyahatnamede yer verilen anlatımına, yaptığı yolculuğun sonunda yazdığı kitabında bir çağdaş ekleme yapmamasıdır.

Argonautika’nın rotasını izleyen ve geçtiği tüm bölgelere eşit oranda anlatımında yer veren bir önceki Seyyahımız Tim Severin’in aksine Brennan, yedi kitaptan oluşan Anabasis’in özgün hikâyesinde sadece iki kitapta anlatılan seferin başlangıç, savaş noktasına ilerleyiş ve savaş öyküsüne 419 sayfalık kitabının 408 sayfasını ayırır. Özgün eserde beş kitap olarak yer alan geri dönüş öyküsüne ise sadece 11 sayfada değinir.

Bunun nedeni, önsözünde de vurguladığı gibi, son 20 yılda Ortadoğu'da yaşanan savaşların yarattığı tahribatı konu alan bölgelere ağırlık verme kaygısı olarak değerlendirebiliriz.

Aşağıda aktaracağımız sayfalar (2) yazarın dönüş hikâyesine ayırdığı bölümdür:

“Helenlerin derin bir umutsuzluğa düştüğü o anda, kendi içlerinden biri olan Ksenofon yeni bir önder olarak ortaya atılır. Askerlerin silahlanıp bir araya toplandığı o gece, rüyasında babasının evine yıldırım düştüğünü görmüştür. Tam yıldırımın çaktığı sırada, kan ter içinde uyanır uykusundan. Bu rüyadan çıkardığı sonuç, kapana kısılmış oldukları ve eğer Büyük Kral’ın gazabına uğramak istemiyorlarsa hızla kaçmaları gerektiğidir. Ksenofon’un önderliğinde ordu büyük Zap Suyu’nun karşı kıyısına geçer ve dur durak bilmeyen düşman saldırılarını savuşturur. Persler, Kral Yolu kavşağına varana kadar peşlerine düşecek ve Hellenleri, kavşağın ötesindeki dağlara kaçmak zorunda bırakacaklardır. Thissaphernes, kovalamacayı burada sonlandırır. Amacı batıya ilerlemek ve Sardes’e varıp Kyros’un boş bıraktığı satraplık koltuğuna oturmaktır. Atına binip uzaklaşırken, öncelikli isteği isteğini gerçekleştirmiş olduğunu düşünür. Hellenlerin bundan sonra asla bir ordu olarak toparlanamayacaklarına inancı tamdır.

Neredeyse haklı çıkacaktır bu inancında. Hellenler bir ara bir anda kendilerini Kardukhialıların saldırısı altında buluverir. İki metre uzunluğunda ölümcül yaylar kuşanmış, çevresine korku saçan bir halktır Kardukhialılar. Söylenceye göre, Pers kralı bir zamanlar bu topluluğu boyunduruk altına almak için bir ordu göndermiş ancak ordudaki tüm askerler Kardukhialıların elinde can vermiştir. Hellenler, tarihlerinde ilk kez zırhlarını delip geçebilecek bir silahla karşı karşıya kalır. Bu noktada verilen titiz bir kararla askerler arkadan öne doğru daralarak dizilir. Yürüyüşü yavaşlatan ve savaş gücünü olumsuz etkileyen yük hayvanları ile köleler geride bırakılır. Tüm bunlara rağmen ordunun Kardukhia dağlarını aşması bir hafta sürecektir. Çatışmalar sırasında en yiğit askerlerin birçoğu ölür. Ksenofon’un belirttiği üzere ölenler arasında Spartalı Leonymos, Arkadialı Basias, Atinalı Kephisodoros ve Argolu Arkhagoras vardır. Bir andan başlayarak, girdikleri her yeni bölgede başka bir yerli topluluğunun saldırısı beklemektedir Hellenleri. Önsözde sözü edilen Taokhialıların dışında Khalybialılar, Skythialılar, Makronlar ve Kolkhislilerin de adı anılır. Kardukhialılarda da olduğu üzere, bu toplulukların hiçbiri daha önce yabancı bir güçle karşı karşıya gelmemiştir. Silahlı yabancıların izinsizce topraklarına girmesini, kendilerine hakaret sayarlar.

Zorluklar yalnızca yerli halklar ile sınırlı kalmamıştır. Askerler yollarını kaybetmiş, Doğu Anadolu'nun çetin kışına göğüs germek zorunda kalmışlardır. Yüzlercesi donarak ölür. Birçoğu da soğuktan el ve ayak parmakları ile gözlerini kaybeder.

Ordu artık ağır aksak ilerleyen, hayalet bir kervan gibidir. Ancak MÖ 400 ilkbaharının sonlarında inanılmaz bir şey gerçekleşir. Kılavuzları yeminler etmekte, beş gün daha yürürlerse Euksenos’u (Karadeniz) görebileceklerini söylemektedir. Aylardır ulaşmaya çalıştıkları yerdir burası. Ksenofon yaşananları şöyle anlatır:

Beşinci gün bir dağa vardılar; dağın adı Thekhes idi1. Öncüler dağa vardığında ve denizi gördüklerinde büyük bir gürültü koptu. Ksenofon ve artçılar bunu duyunca ön taraftan da başka düşmanların saldırdığını düşündüler; çünkü kundakladıkları bölgeden düşmanlar peşlerine düşmüştü ve artçı birlikler bunlardan bazılarını öldürmüş, bazılarını da tuzak kurup sağ olarak ele geçirmiş, bu sırada yirmi kadar işlenmemiş ve tüylü öküz derisinden hasır kalkan da elde etmişlerdi. Çığlık devamlı çoğalıyor ve yakınlaşıyordu, civardaki askerler de devamlı çığlık atan askerlere doğru koşuyordu. Askerlerin sayısı arttıkça çığlık çok daha güçlü hale geldi; Ksenofon artık çok önemli şeyler oluyor diye düşünmeye başladı ve atına atladığı gibi yanına Lykios’la süvarilerini alıp yardıma koştu. Hemen ardından askerlerin “Deniz! Deniz!” diye haykırışlarını ve bu haykırışların ağızdan ağıza yayıldığını duydular. Ardından bütün artçı birlikler koşmaya başladı; hem yük hayvanları koşuyordu hem de atlar… Herkes zirveye vardığı anda, komutanlar ve yüzbaşılar da dahil olmak üzere hepsi gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar. O sırada her kim teşvik ettiyse etti ve askerler taşlar taşıyıp büyük bir anıt dikmeye başladı.

Anabasis 4. 7. 21-25

Sonrasında askerler, MÖ 8. yüzyılda Karadeniz kıyısında kurulmuş bir Hellen kolonisi olan Trapezous (Trabzon) limanında bir ay geçirdi. Burada tanrılara adaklar adayıp, denize esenlikle varışlarını kutlamak üzere atletik oyunlar düzenleyerek, kendilerini yurtlarına götürecek gemileri beklediler. Ne var ki korsanlık yaparak bile istedikleri sayıda gemiye erişemeyeceklerdi. Askerlerin büyük çoğunluğu, MÖ 400 yazında kıyı boyunca yürüyerek ilerlemek zorunda kaldı. Şimdiki hedefleri Asya'nın en ucunda yer alan Byzantium kentiydi.

Artık düşman tehdidinin ve ölümcül hava koşullarının olmayışı, ordunun özyapısında büyük değişimlere yol açmıştı. Denize varana kadarki o zorlu yolculukta geliştirdikleri sıkıdüzen ve yoldaşlık duygusu, yerini fırsatçılığı ve cepheleşmeye bırakmıştı. Boğaz’a yaklaştıkça içlerindeki yağmacılık arzusu da artar olmuştu. Hiçbiri evine boş ellerle dönmek istemiyordu. Birincisi Kotyora’da, ikincisi ise Kalpe limanında olmak üzere iki kez kent kurma girişiminde bulunmuşlardı. Günümüzde Kotyora’nın Ordu'da olduğu kesin olarak saptanabilmiştir ama Kalpe limanının yeri henüz belli değildir. Ksenofon’un tanımlarına en çok uyan yer Şile gibi durmaktadır ama verilen uzaklıklar Kerpe’yle örtüşür. Her iki kent kurma girişiminde de askerlerin yurtlarına dönme isteği ağır basmış koloni kurarak uzun vadeli bir işe girişmektense, kısa yoldan kazanç sağlamayı yeğleşmişlerdir.

Acımasız Mossynoikosluların bölgesini aştıktan sonra vardıkları Kotyora’da, kendilerini önce Sinope’ye (Sinop), ardından da Herakleia’ya (Karadeniz Ereğlisi) götürecek gemiler bulmuşlardır. Herakleia’da askerlerin arasında tartışma çıkacak ve ordu, üç parçaya bölünecektir. Toplam 4500 hoplit askerinden oluşan Arkadialılar ile Akhaialılar, deniz yolundan Kalpe limanına geçerek bir an önce yağma girişimlerine başlar. Spartalı Kheirosophos’un komutasındaki 2100 askerli ikinci birlik, kıyı boyunca yürüyerek ilerler. Aralarında Ksenofon’un da olduğu 2000 askerli üçüncü birlik ise denize açılarak, Anadolu’yu boylu boyunca deniz yolundan aşmıştır. İlk birlik bir saldırıyla karşılaşacak ve büyük bir felaketten kıl payı kurtulacaktır. Bunun üzerine üç birliğin üçü de Kalpe limanında yeniden birleşir. MÖ 400 yazı sonlarında bu limanda uzun süre kalacak ve en sonunda hep birlikte Byzantium’a yola çıkacaklardır.

On dokuzuncu yüzyıl gezginlerinden William Ainsworth, ordunun izinden yolculuğa çıkan ilk araştırmacılardandır. Seferin bu aşamasını kitabında şu sözlerle anlatır: “Kalpe’den yola çıkıp Bithynia’dan geçerek, altı günde ‘altın şehir’ Hrisopolis’e vardılar. Günümüzde Üsküdar ya da Scutari olarak bilinen bu yer, Konstantinopolis’in karşısında kalır… On Binler’in geri çekilişinin burada sonlandığı söylenir. Çünkü İstanbul Boğazı’nı aştıktan sonraki yolculuklarının, Kyros’un hırsları nedeniyle götürüldükleri yolculukla hiçbir ilgisi kalmamıştır.”

1 Thekhes Dağı’nın nerede olduğu, klasik arkeolojinin çözümsüz kalmış olan en büyük sorularından biridir. Trabzon’un güneyindeki Zigana Geçidi’nin doğusunda uzanan sıradağların herhangi biri olabilir Thekhes. En olası adayların, İskobel Yaylası ile daha doğudaki Polut Dağı’nın kuzey kesimleri olduğu düşünülmektedir. Bölge hakkındaki bilgisi ve deneyimlerini paylaşan Hayrettin Karagöz’e yardımları için teşekkür ederim.

Bu şekilde Anabasis’teki dönüş bölümünü özetleyen Brennan, kendi dönüş öyküsünü de kitabın Son Söz’ünde (3) şöyle dile getirir:

“Türkiye’nin güneydoğusunda yolculuk etmek, ülkenin batı kesimlerinden epeyce farklıydı. Sınırdan geçtikten sonraki ilk günlerde, Cizre yakınlarındaki bir köyde beni evine çağırıp yemek veren Kürt bir adama, orada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu sordum. Yanıt olarak bileklerini çapraz yaptı. Hapiste yaşamak gibi olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Kendi deneyimlediğim kadarıyla, tümüyle haksız sayılmazdı. Jandarma tarafından durdurulup da orada ne aradığımın ve kimlerle görüştüğümün sorulmadığı tek bir gün olmadı. Asıl üzücü olan ise, yerli halkla iletişime geçmemi engellemek istemeleriydi. Ne zaman bir köye girecek olsam, kısa süre içinde askerler yanıma geliyor ve nezaketlerini bozmasalar bile, köyden ayrılmam için diretiyorlardı. Benden kuşkulanma nedenleri, bulunduğum yere göre değişiyordu. Kürtlerin yoğun yaşadığı bir bölgede gezdiğim için başlangıçta PKK destekçisi olduğumu düşündüler. Muş’a yaklaşırken, tarihî Armenia coğrafyasından geçiyor olduğum için, bölgedeki Ermeni izlerini aradığımı sandılar. En sonunda Karadeniz Bölgesi’ne vardığımda ise “Pontusçu” olmamdan kuşkulandılar.

2001 yılının ilkbaharında Trabzon’un güneyinden Doğu Karadeniz Dağları’nı aştım. Kim bilir, Hellen askerlerinin denizi görüp, “Thalatta! Thalatta!” (“deniz! deniz!”) çığlıklarını sonsuzluğa ulaştırdığı Thekhes Dağı’ndan geçmiştim belki de ama içinde bulunduğum koşullarda böyle bir özdeşleştirmeyi doğrulayabilmem olanaksızdı. Kar fırtınasında, değil deniz, hemen önümdeki yol bile zor görülüyordu. Her şeye rağmen, yine de orduyla aynı dönemde (Mayıs başında) bu kavşak noktasına varmış olmaktan hoşnuttum. Türlü zorluklara göğüs gerip Doğu Anadolu’yu aşan askerlerin, denizi görünce kendilerinden geçtikleri yerdi burası.

Trabzon’da üç hafta ara verip, yeniden yola koyuldum. Bu kez Karadeniz kıyısı boyunca batıya ilerliyordum. İç kesimlerden yürüyerek, bir zamanlar orada yaşamış renkli bir kavim olan Mossynoikosluların topraklarından geçtim. Kuşköy’den geçerken, Ksenophon’un da tanık olduğu ıslık dilini dinledim ve sonrasında Ordu’ya vardım. Hellenlerin denize açıldığı yerdi burası. Yürümeyi sürdürüp Sinop’a gittim ve bir yolcu gemisine binip, tarihî Herakleia’nın elli kilometre berisindeki Zonguldak’a geçtim. Zonguldak yakınlarında telefonla annemi aradım. Dikkate değer bir konuşma sayılmazdı. Bir arkadaşımın gönderdiği ama henüz gelmeyen bir mektuptan söz ettik. Mektup gelince annem haber verecekti. Ne var ki bu, annemle son konuşmam oldu. Bir hafta sonra babam telefon açıp annemin hastanede yattığını söyledi. Midesindeki hastalık depreşmişti. Söylediğine göre ciddi bir şey değildi ama yine de İstanbul’a vardığımda eve dönmemin iyi olabileceğini belirtti. Babam sağduyulu bir insandır. Yaptığı işi en doğru biçimde yapmak ister. Bu söyledikleri beni endişelendirse de sorunun, babamın anlattığından daha büyük olabileceği aklıma gelmemişti.

İki gün sonra, yine telefon açtı ve annemin ölüm döşeğinde olduğunu söyledi. İnanamamıştım. Telefonu kapatıp ağlamaya başladım.

O gece kendisiyle yine konuştuk. Yolculuğumu sonuna kadar götürme kararı aldığımı belirttim. İstanbul’a varmama 110 km kalmıştı. İki gün içinde ulaşırdım. Eşyalarımı ardımda bırakıp, sabah 4’te yola koyuldum.

10 Temmuz 2001 sabahı, iki büyük kıtayı birbirinden ayıran sihirli sularıyla o incecik İstanbul Boğazı gözlerimin önündeydi. Boğazı ilk kez Üsküdar’dan gördüm. Biraz daha yürüyüp kıyıya vardığımda, kusursuz tasarlanmış, ufacık bir cami çıkmıştı karşıma. 16. yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmıştı. Sıra sıra balıkçılar vardı kıyıda. Sıcak yaz gününde bunalan gençler, dalgalı sulara atıyorlardı kendilerini. Çantamı bırakıp oturdum. İçince bulunduğum o durumda, yolculuğumun bitiyor oluşunu kutlayacak gücüm yoktu. İstanbul Boğazı tarih boyunca yolculukların doğal bitiş noktası olagelmişti. Benim yolculuğumun da bitiyor olduğu gerçeği, o anda çökmeye başladı üstüme.

İki gün sonrasında annemin başucundaydım. Yerel hastaneye kaldırılmış ve bilinci kapanmıştı. Artık kendisine sıvı verilmiyor, yalnızca acısını dindirmek üzere yüksek oranda morfin veriliyordu. Kanser olduğunu geçtiğimiz sonbaharda öğrenmiş ama başta ben olmak üzere kimseye hasta olduğunun söylenmesini istememişti. “Bu da onun yolculuğuydu,” dedi babam.”

Yazarın Polat (diğer dipnotta “Polut”) Dağı olduğunu belirttiği Thekhes Dağı'nın yeri 1996 yılında bir Doğu Karadeniz tarihi araştırmacısı olan Mehmet Bilgin tarafından farklı bir noktada saptanmıştır. Şöyle yazar Bilgin: (4)

“Ksenophon ve arkadaşlarının izledikleri yol ve denizi gördükleri Thekhes Dağı'nın neresi olduğu konusu bölgenin tarihi ile ilgilenen birçok batılı araştırmacının da ilgisini çekmiş ve Zigana, Hamsiköy, Ayeser, Kolot Dağı, Yoros Burnu, Karabakan Dağı değişik araştırmacılar tarafından Thekhes Dağı olarak açıklanmıştır. Madur Dağı da adaylar arasında adı geçen bir yerdir. Fakat araştırmacıların bir kısmı bu yolu son asırlarda yoğun olarak kullanılan yolları izleyerek tanımlamaya çalışmış, bir kısmı ise sadece Doğu Karadeniz Dağları üzerinde denizin görülebileceğini tahmin ettikleri bazı yükseltilerin Thekhes Dağı olabileceğini ileri sürmüştür.

Ksenophon ve arkadaşlarının izledikleri yol üzerinde olması gereken Thekhes Dağı'nın (ki oradan deniz görünüyordu) tarifine uyan bir yükseltinin son dönemlerde yaygın olarak kullanılmış yol güzergâhları üzerinde olmaması ya da Thekhes Dağı olabileceği ileri sürülen yerin Trabzon'a olan uzaklığı konusunda gerçeğe uyan bir açıklama yapılamamış olması bu konuda fikir yürütenleri çıkmaz bir sokağa sokmuştur. En ihtiyatlı olanları ise denizin görülebileceği yükseltilerden hangisinin üzerinde taş yığını bulunursa Thekhes Dağı'nın orası olabileceğini yazmıştır.

Konuya 1989 yılından bu yana ilgi duymuştum. İlk dikkatimi çeken nokta nokta, tüm araştırmacıların Bayburt ile Trabzon arasında Zigana Dağlarından aşan yollardan başka yol düşünmediklerinden tüm tahminlerini bu yollardan birisinin üzerinde yapmaya çalışmaları olmuştu. Oysa bu güzergâh son asırlarda daha çok kullanıldığı için diğer alternatiflerin arasından öne çıkmıştır. (…..)

(…) süreç içinde Trabzon'un doğusundaki yollar canlılığını giderek yitirmiş ve sadece o bölgede yaşayanların kullandığı önemsiz yollar durumuna düşmüştür. Bu nedenle Ksenophon ve arkadaşlarının izledikleri yolu kaynakların da belirttiği şekilde Trabzon'un doğusunda, ama daha önce konuyla ilgilenenlerin işaret ettikleri yolların biraz daha doğusunda araştırdık.

Onbinler’in izlediği yolu ayrıntılı olarak çizmek için önce harita üzerinde çalıştık ve anlatılanlara en uygun olan yolu tespit etmeye uğraştık. Zigana, Kolat ve Karabakan dağlarında önerilen yerlerden deniz görünmüyordu. Bunların daha kuzeyindeki denizin göründüğü sahile yakın tepeler ise Ksenophon’un Makronlar ve Kolkhların memleketlerine dair anlattıkları ile uyum göstermiyordu.

1996 Ağustosunda Aydıntepe’deki yeraltı şehrini ziyaret ettikten sonra yukarıda tarif ettiğim yolu izledik. Madur’un zirvesini oluşturan kayalığın batı yanındaki boyuna ulaştığım zaman Ksenophon ve arkadaşlarının denizi görebildiği sırtın üstündeki düzlükten muhteşem manzarayı seyretmekle kalmayıp, düz alanın orta yerinde, çevreden toplanan taşların yığılması ile oluşturulan anıta ait kalıntılara da ulaştık. Sırttaki düzlüğün orta yerine, uzak çevreden toplanarak yığılan taşlar artık bir tepe oluşturmuyordu. Ancak yığını oluşturan taşların bir kısmı etrafa yayılmış, ortası açılarak belki de hazine bulmak amacıyla kazılmıştı.”

Anabasis’teki Herakleia’nın ayrıntılı bir öyküsünü, Seyahatname kitabından sonra ele almayı planladığımız Antik Çağda Ereğli konulu çalışmamıza bırakıp, burada Nezih Başgelen’in hazırladığı bir incelemede yer alan, kitapta yer alan kent isimlerinin tam listesini (5) incelediğinizde Herakleia’nın o dönem dünyasındaki önemini fark edeceğinizi belirterek yazımızı bitirelim.

Listede, kentimiz Byzantion’un da önünde, birinci sırada gelmektedir.

DİPNOTLAR.......................................................................................

(1) On Binler’in İzinde-Adım Adım Türkiye, Suriye ve Irak – Shane Brennan – Çev.: Nihan Naiboğlu – Arkeoloji ve Sanat Yayınları – İstanbul, 2020. Sayfa: 15-20.

(2) A. G. E. Sayfa: 410-413.

(3) A. G. E. Sayfa: 417-419.

(4) Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan – Mehmet Bilgin – Serander Yayınları – Trabzon, 2000. Sayfa: 20-23.

(5) Homeros İlyada - Ksenophon Anabasis (Şehir İsimleri) – Hazırlayan: Nezih Başgelen – Arkeoloji ve Sanat Yayınları – İstanbul, 1987. Sayfa: 45-46.

 
Gösterim : 3086
YORUMLAR
Web sitemiz 04.03.2012 tarihinden itibaren;
Toplam: 21670764, Bugün: 469 kez ziyaret edilmiştir.