Kayıt Tarihi: 13 Şubat 2020 Perşembe 22:24
Seyahatnamelerde Ereğli
1961 yılının 6. Ayının 16'sında Eregli'de iki kuşaktır eczacı bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya geldim.Turgut Reis Ilkokulu'nun ardından Galatasaray Lisesi'ni 1980'de bitirdim..On yaşlarından beridir kokusunda büyüdüğüm Memleket Eczanesi beni eczacı yaptı.Askerlik görevini yerine getirdiğim 1986-87 Çanakkale Deniz Hastanesi dönemi dışında dedemin eczanesinde babamla birlikte çalıştık.Halen üçüncü kuşak olarak dede yadigârı Memleket Eczanesi'ni sürdürmeye çalışırken 2004'ten bugüne Ecz. Sabit Duran'ın Ereğli Tarihi'ni yayınlamak üzerine başladığım çalışmalar beni bir yerel tarih tutkunu haline getirdi.Geçen yılsonu yayımlanan "Kastamonu ve Bolu Salnamelerinde Ereğli" adlı bir kitabım var..
Joseph Clark Grew

1880-1965 yılları arasında yaşamış olan Joseph C. Grew, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’nın efsane isimlerinden birisidir. 1904 yılında Kahire’de başkonsolos yardımcısı olarak başladığı 41 yıllık kariyerini, Lozan Konferansı’nda Amerikan gözlemciliği, Danimarka, İsviçre, Türkiye ve Japonya büyükelçiliği ile devam ettirip Bakanlık müsteşarı olarak emekliye ayrıldığı 1945 yılına kadar sürdürmüştür.

Ülkemiz açısından önemi ise, 1927 yılında Türkiye’nin ilk ABD büyükelçisi olarak atanması ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri arasında kurulan diplomatik ilişkilerin ilk mimarı olmasıdır.

Dünya tarihinin çok önemli bir döneminde büyük bir ülkenin dışişleri yetkilisi olan Grew'in çok ilginç bir özelliği de, mesleği bıraktığında on binlerce daktilo sayfasına ulaşmış olan Günlükler tutmasıdır. Emekliliğinden sonra bu günlükler Chicago Üniversitesi Tarih Bölümü tarafından özet haline getirilip iki cilt ve 1527 sayfalık bir kitap olarak 1952 yılında yayımlanmıştır. Türkiye ile ilgili bölümler de ilk kez 1966'da çevrilerek ülkemiz okuruna sunulmuştur.(1)

Kitap cumhuriyetin ilk yılları ile ilgili, üstelik Lozan Konferansı'nda da bulunmuş Amerikalı bir diplomatın çok ilginç gözlem ve yorumlarını içerir. Dönemin sosyal yapısına, politik gelişmelerine de değinen yazarın eseri, cumhuriyetin ilk yıllarına ait önemli bir kaynaktır.

Grew, 1927-1932 yılları arasında ülkemizde bulunduğu dönemde Karadeniz’de gemiyle bir gezi gerçekleştirir. Seyahatname kitabımızda, Zonguldak, Sinop, Samsun, Rize ve Trabzon hattını içeren bu onbir günlük gezinin başlangıcından Sinop’a kadar olan bölümü anlatımını ve gezinin ardından Dışişleri’ne gönderdiği genel değerlendirmesini bulacaksınız.(2)

Burada size, 1929 yılının Zonguldak’ı ile ilgili izlenimlerini sunmak istiyoruz:

16 Ağustos, Zonguldak

Kömür bölgesinin merkezinde, on beş bin kişinin yaşadığı söylenen güzel bir şehir. Küçük bir vadi üzerine kurulmuş ve her iki taraftaki yamaçların üzerinde uzanırken vadinin merkezi içerilere, diğer ağaçlıklı tepelerin eteklerine doğru devam ediyor; insanın kömür sanayi ile birleştirmeyi aklına getirmeyeceği hayat veren bir nokta. Burada gerçek bir liman mevcut değil, sadece -kış fırtınaları esnasında muazzam dalgaların rahatlıkla aşarak gemilerin demir atmasını imkansız hale getirdiği- kısa bir dalgakıran var. Geçen kış bir Seyr-i Sefain gemisi burada parçalanmış. Fakat, muhtelif kömür madenlerine uzanan kısa hatlar dışında burada bir demiryolu bulunmadığı için şehir yine de denize bağımlı durumda. Geçen yıl 1.200.000 ton kömür ihraç etmişler; bu yıl bu rakamın bir buçuk milyona, gelecek yıl ise iki milyona yükselmesini bekliyorlar. Fransız “Compagnie Française d’Heraclée” şirketi, tüm kömürün yaklaşık 700.000 tonunu çıkartan buradaki en büyük kuruluş. Madenlerinin büyük bir bölümü, tarihi açıdan meşhur bir yer olan, sahilin biraz içerlerindeki Ereğli’de bulunuyor. Burada aynı zamanda bir İtalyan şirketi de var; geri kalan şirketlerse Türklere ait. Bu madenciler bu vilayetin yerli ahalisinden oluşuyor ve -Vali’nin bana söylediğine göre- on beşer günlük vardiyalar halinde çalıştıktan sonra ekinleriyle ilgilenmek üzere on beş gün süreyle izin alıyorlar; böylece tarlaları yokluklarından etkilenmemiş oluyor. Burada herkes cumaları da çalışıyor.

Dahiliye Vekâleti gelişimizi telgrafla Vali’ye bildirmiş olduğu için bölge valisi, polis şefi ve Madenler Umum Müdürü Mehmet Refik bey’in de dahil olduğu bir heyet tarafından karşılandık.(3) Bu en son ismi geçen zat, Robert Kolejin Mühendislik Okulunda bir zamanlar Profesör L. A. Sciopo’nun yokluğunda yerine bakan kişi olup halihazırda iki oğlu da orada okumaktaydı; kendisi önümüze düşerek önce -içinde yetmiş öğrencinin bulunduğu ve öğretim görevlilerinden üçünün Belçikalı olduğu- madencilik okulunu (Refik’in hobisi büyük pencereler olduğu için okul binası son derece aydınlık ve havadar özelliğe sahip hoş bir yapıydı; kendisi bu büyük pencereleri, mimarların muhalefetine rağmen, halen inşaatları devam etmekte olan birkaç yeni binaya da koydurtmuştu)(4) ve ardından Süleyman isimli bir aileye ait olan küçük maden kuyularından birini gösterdi.(5) Maden sahasında tetkiklerde bulunduk ama üstümüz başımız berbat olur korkusuyla kuyuya inmedik.

Vali Akın Bey, ziyaretimize son derece memnun olduğunu belli ettiği için protokolü ilgilendiren teknik sakıncaları bir kenara bırakarak kendisini evinde ziyaret ettik. Genç bir insandı -tüm valilerin en genciymiş- anlaşılır bir Fransızca konuşsa bile yine de sohbetimiz mükemmel sayılmazdı.

Öğleden sonra Kaptan, -güçlü kuvvetli üç kürekçiden oluşan- makine dairesi mürettebatı eşliğinde şık kayığını çıkararak aramızdan birkaçını son derece güzel bir kumsala götürdü ve orada sıcak bir günün sonrasında insanı kendine getirmek için bundan iyisi olamayacağını düşüneceğimiz biçimde yüzdük. Üzerinde tek tük plajların yer aldığı, sahilden birden yükselen sık ağaçlıklı tepeler eşliğinde etrafımızdaki kırlar çok hoştu. Bir yaz tatili beldesi olarak geliştirilecek ne güzel topraklar! (6)

Saat yedide hareket etmeden önce Vali, iade-i ziyaret için gemiye gelerek bizimle birlikte bir çay içti. Bu arada Fransız Konsolosu da Sir George’u ziyarete gelmiş ve Fransızların maden işlerinde giderek daha güç zamanlar yaşadıklarını anlatmıştı; zira bir yabancı şirket kâr etmeye başlar başlamaz, Türk makamları tarafından kendilerine kuşkuyla bakılıyor ve engel üzerine engel çıkartılıyordu. Türk Madencilik Okulunun son sınıfına her yıl üç öğrenci kabul etmek zorunda kaldıklarını ama bilgisizlikleri yüzünden zarar verirler korkusuyla son yapacakları şeyin onları madene indirmek olduğunu söylüyordu. Bu adamların bütün yaptıkları, işçilerin maaş bordrolarını denetlemek ve onların büyük zorlukla kazandıkları ücretlerinden becerebildikleri kadarını sızdırmaktı. Türkiye’de bir madenciye, becerisine göre günde 40 ilâ 80 sent arası bir ücret ödenmekteydi; bu rakam Birleşik Devletler’deki madencinin kazandığının yaklaşık onda biri kadardı.

Taşınabilir grafonumuz hoş bir müzik çalarken, ayışığı altında bu güzel sahil boyunca bu zevkli akşam vakti hareket ediyorduk. Zonguldak hakkında çok iyi intibalar edindik.

Büyükelçi Grew gezi sonrasında Dışişleri Bakanı Stimson’a yazdığı 6 Eylül 1929 tarihli bir bilgilendirme notuyla gezi hakkında genel izlenimlerini aktarır. Bu bölümde ulaşım konusuna değinirken bölgemizden aşağıdaki şekilde söz eder:

Bu durum bizi önemli bir mesele olan ulaşım konusuna getiriyor. Bölgenin nisbi ekonomik durgunluğu göz önüne alındığında, demiryolu hizmetinin neredeyse yok denecek seviyede oluşu, nüfus dağınıklığının ardından ikinci sırada yer alıyor. Zonguldak ile uzaktaki birkaç kömür madenini birbirine bağlayan küçük kalibreli kısa hatlar ve Samsun ile sebze yönünden zengin Çarşamba ilçesi arasındaki otuz kilometrelik şahıs malı kısa hattı saymazsak, farklı limanları birbirine bağlayacak sahile paralel giden bir demiryolu mevcut değil. Bu ikinci hat, burada iyi durumda bulunan sahil yolu üzerindeki kamyon trafiğinin rekâbetine bağlı olarak mali bir başarısızlık halini aldı. İç kısımlara giden yegâne demiryolu bağlantısı Samsun’dan Zile’ye kadar uzanıyor ama bu yol birkaç yıl içinde Sivas’da son bulacak. Bir İsveçli grup, -Zonguldak havalisinde bir kömür merkezi olan- Ereğli yakınındaki Hisarönü ile Ankara arasında başka bir demiryolu inşa ediyorsa da bu hattın yetmiş kilometresinden daha azı tamamlanmış durumda.

Burada bir çeviri hatası yoksa eğer, yazarın bir yanlış anlaması sözkonusudur. Anlatılan bu demiryolu, Ankara-Karadeniz Ereğli demiryolu hattıdır ve 1925 yılında çıkarılan yasa ile yapımına başlanmıştır. Hisarönü ise, Filyos’un o dönemdeki adıdır ve bildiğiniz gibi Ereğli yakınlarında değildir. Konuyla ilgili Grew’den iki yıl kadar önce yöremizde araştırma yapmış olan ve geçtiğimiz yıl mayıs ayında size anlatımını sunduğumuz Çek asıllı Avusturyalı jeolog Dr. Ernest Nowack konu hakkında daha doğru bilgi verir.(7)

DİPNOTLAR........................................................

(1) Yeni Türkiye – Joseph C. Grew – Türkçesi: Dr. Kadri Mustafa Orağlı – Multilingual Yayınları – İstanbul, 1999.

(2) A. G. E. Sayfa: 130-137; 145-149.

(3) Mehmet Refik Fenmen (1882-1951) hakkında Gürdal Özçakır’ın ayrıntılı bir çalışması için bkz: http://kdzereglifutbol.blogspot.com/2015/06/bilim-insani-ve-ornek-egitimcilik.html

(4) Maden Mektebi hakkında daha geniş bilgi için http://kdzereglifutbol.blogspot.com.tr/2011/11/maden-muhendisi-omer-hulusi-barutoglu.html

(5) Sözü edilen madenci hakkında bir çalışma: Efsane Madenci Süleyman Sırrı – Doğu Karaoğuz – Çaycuma Belediyesi Kent Kültürü Yayınları Dizisi, 1918.

(6) Sözü edilen plaj, Kapuz bölgesi olsa gerek.

(7) Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.gazeteregli.com/eregli-haber/gazete-eregli/?id=4696

 
Gösterim : 3576
YORUMLAR
Web sitemiz 04.03.2012 tarihinden itibaren;
Toplam: 21505013, Bugün: 910 kez ziyaret edilmiştir.