Kayıt Tarihi: 20 Eylül 2019 Cuma 20:42
Seyahatnamelerde Ereğli
1961 yılının 6. Ayının 16'sında Eregli'de iki kuşaktır eczacı bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya geldim.Turgut Reis Ilkokulu'nun ardından Galatasaray Lisesi'ni 1980'de bitirdim..On yaşlarından beridir kokusunda büyüdüğüm Memleket Eczanesi beni eczacı yaptı.Askerlik görevini yerine getirdiğim 1986-87 Çanakkale Deniz Hastanesi dönemi dışında dedemin eczanesinde babamla birlikte çalıştık.Halen üçüncü kuşak olarak dede yadigârı Memleket Eczanesi'ni sürdürmeye çalışırken 2004'ten bugüne Ecz. Sabit Duran'ın Ereğli Tarihi'ni yayınlamak üzerine başladığım çalışmalar beni bir yerel tarih tutkunu haline getirdi.Geçen yılsonu yayımlanan "Kastamonu ve Bolu Salnamelerinde Ereğli" adlı bir kitabım var..
Abidin Daver

1886-1954 yılları arasında yaşamış olan gazeteci ve politikacı Abidin Daver, İstanbul’lu bir bürokrat ailenin çocuğudur.

1908 yılından itibaren seçtiği gazetecilik mesleği boyunca köşe yazarı ve yazı işleri müdürü olarak Tasvir-i Efkar, Yeni Gün, Tercüman-ı Hakikat, İkdam ve Cumhuriyet gazetelerinde çalışmış; "Hem Nalına Hem Mıhına" başlığı altında yazdığı fıkralar ile geniş okur kitlelerinin beğenisini kazanmıştır.

Eğitimini Mekteb-i Sultanî’de tamamlayan Daver, Galatasaray Spor Kulübünün de kurucu üyesi olup, 1929-30 yılları arası başkanlığını üstlenmiştir. 1939-43 yılları arasında milletvekili olarak da görev yapan yazarımız, özellikle denizcilik konusunda verdiği eserlerle tanınır ve “sivil amiral” olarak da anılır.

Milletvekilliğinden kısa bir süre önce ikinci kez geldiği Zonguldak’ı ilk gelişi ile karşılaştırarak Cumhuriyet Gazetesi’nin 17-21 Temmuz 1938 sayılarında “Zonguldak’ta Tetkikler” başlıklı beş günlük bir yazı dizisiyle anlatan Abidin Daver’in sevgili Gürdal Özçakır tarafından gazete arşivinde ulaşılan metninden ilgi çekici bazı noktaları bu ay sizlerle paylaşacağız.

Abidin Daver, 14-16 Temmuz 1938 tarihlerinde Zonguldak’ta bulunmuştur.

Yazarın anlatımı, Zonguldak’ı ve Cumhuriyet döneminde kentte yaşanan gelişmeleri öven bir özelliktedir. Çok tarafsız bir bakış açısı sergilediği söylenemez. Eksikler görmezden gelinip, yapılmış iyileştirmeler bir ölçüde abartılmıştır.

“Tertemiz ve muntazam Aksu vapurunda, çok rahat ve zevkli bir seyahatten sonra” Zonguldağa vardığında hayretler içinde kaldığını belirterek başlar ilk günkü yazısına. Ve şöyle devam eder:

“Hayretim, Zonguldağın adeta tanınmayacak kadar, değişmiş olmasından ileri geliyordu. Ben Zonguldağı 1918 senesi mayısında bir daha görmüştüm. Bahriye Nazırı Cemal Paşa, ordumuzun o günlerde hücumla zaptettiği Batuma gidiyordu. Vapurda Halil Menteşanın riyasetinde, Gürcülerle sulh akdine giden bir heyetle gazeteciler vardı. O zamanki Zonguldak pis, bakımsız, harab, kara suratlı bir kasaba idi. Bugünkü Zonguldak ise temiz, bakımlı, mamur, esmer güzeli bir kasabadır. Esmer güzeli diyorum, çünkü Zonguldak kara elmas memleketidir. Kara elmas tozu, onun çehresine tabiî bir esmerlik veriyor. Fakat bu esmerliğin kalkmasını ve Zonguldağın duru beyaz bir Karadeniz dilberi olmasını kimse istemez; çünkü onun güzelliğinin bütün zenginliği bu tabiî esmerliğinde; kömüründedir. Zonguldakta mavi, siyah, yeşil, alâ, bütün gözler, erkek ve kadın gözleri, istisnasız, sürmelidir. Ve herkes, kömür amelesinden tutunuz da Belediye reisine ve Valiye kadar, tertemiz belediye bahçesindeki İstanbullu, hatta Nişantaşlı monden bayanlara kadar herkes, siyah elmasın lûtfu olan ve gözlere istemeden sürülen bu siyah sürmeden memnundur.”

“Zonguldakta 20 yıl ara ile gördüğüm en mühim şey, şehrin temizliği ve mamurluğu değildir; iki rejim arasındaki ölçülmez ruh farkıdır.

1918de Zonguldakta saltanatın gevşek, iradesiz ve idaresiz karakteri herşeyde görünüyordu. O zaman, bir ecnebi kumpanyası, bir emme tulumbası, bir sülük gibi, sade para kazanmak hırsile bu zengin yurd parçasına yapışmıştı. Biran evvel kazanmak, mümkün olduğu kadar çok kazanmaktan başka hiç, amma hiçbir düşüncesi yoktu; ne imar, ne güzellik, ne sıhhat, ne memleketin iktisadî menfaati.

1938de ise, para kazanmak ikinci plâna geçerek yerini, istihsali çoğaltmak, gayesine bırakmıştır. Fakat istihsali çoğaltırken amelenin hayatı ve memleketin iktisadî kalkınması da beraber düşünülüyor. İş, iş veren, iş alan arasında umumî bir ahenk tesisi gözönünde tutulan birinci prensiptir. Havzayı işleten millî şirketlerin ve ferdlerin, sermayelerinin haklı kazancını elde etmeleri, fakat para kazanırken kendi keseleri kadar memleketin iktısadiyatını, havzanın imarını da düşünmeleri gözönünde tutulmaktadır. Böylece iş verenle iş arasında ahenk temin edildiği gibi, amelenin kazancı, istirahati, sıhhati de daima en büyük ehemmiyetle nazarı dikkate alınmaktadır. Bu da iş verenle iş alan arasında el ele çalışmağı mümkün kılmakta, patronların ameleyi kıyasıya çalıştırması, ezmesi, emeğinin tam mukabilini vermemesi, amelenin de grev yaparak veya sair suretlerle patronları zarara sokması, memleket iktisadının akışını sekteye uğratması gibi zararlı ahenksizliklerin önüne geçmektedir.”

Yazının devamında, 1918’deki ziyaretinde gördüğü Ereğli Fransız Şirketi’nin revirinin sefaletini ve o günkü Amele Hastanesi’nin temizliği ve modernliğini karşılaştırır.

Yazının ikinci günkü bölümünde, kömürün önemi, ne kadar çok maddeye kaynaklık yapabildiği ve Zonguldak kömür havzasının kapasitesiyle Cumhuriyet döneminde yaşanan üretim artışına değinilir.

Üçüncü günkü yazı, havzadaki kömür işçisinin çalışma şekillerini ele alır.

“Kömür havzamızın, bugün, amele mevcudünde 5000 kişilik bir açık vardır. Bu senenin istihsal programını tahakkuk ettirmek için 20,000 ameleye ihtiyac olduğu halde 15,000 amele çalışıyor. Fakat, amele meselesi yalnız kemiyet meselesi değil; keyfiyet meselesidir de. Amelenin hem sayısı azdır; hem de amelemizin çoğu iyi kömür amelesi değildir. Almanyada bir kömür amelesi, günde, vasatî 1600 kilo kömür çıkarır. Daha sonra Leh amelesi gelir. İngiliz amelesi vasatî 1050 kilo kömür çıkarır amma, İngilizler bu işte o kadar ustadır ve o kadar iyi çalışırlar ki onların çıkardığı kömür, yüzde yüz kömürdür, denilir. O kadar ki yıkanmak istemez. Bizim amelemize gelince, 700, 600, hatta 500 kilo ile galiba sonuncu geliyor.” girişinden sonra, bunun nedenleri sıralanır. İşçinin sürekli çalışmadığı, “kömür amelesi” olmadığı; geçici süre çalıştıktan sonra tekrar köyüne döndüğünü belirtir. Köylünün değişik nedenlerden (ki bu mutlaka işin çok tehlikeli ve sağlıksız koşullarda yapılmasından ötürüdür, ancak Daver bunu belirtmez) kömür ameleliğini sevmediği üzerinde durur. Abidin Daver’in bu sebepleri sayarken Havzada 1867-1923 yılları arasında kesintilerle olsa da uygulanan mükellefiyet olayına değinmemesi de ilginçtir. 1939 yılında, bu yazının yayınlanmasından yaklaşık bir yıl sonra çıkarılan Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu ile ikinci mükellefiyet dönemi başlar ve 1950’ye dek sürer. Dönem, acı dolu öykülerle yaşanmıştır. Yazarın bu satırları yayınladığı yılları konu alan Kelebeğin Rüyası adlı 2013 yapımı filmde de bu konuda ipuçları görebilirsiniz.

Daver yazısında o dönemde ocaklarda çalıştırılan hükümlülerden de söz eder:

“Ocaklarda çalışan mahkûmlar, günde 10 kuruş biriktirdikten başka, her çalıştıkları gün için cezalarından ayrıca bir gün eksiliyor. Meselâ iki seneye mahkûm bir suçlu, bir sene ocakta çalırsa cezasını bir yılda bitirmiş oluyor. Onun için, memleketin her tarafından koluna güvenen birçok mahkûm, ocakta çalışmak için buraya gelmiş.”

Dördüncü günkü yazı, kömür işçisinin yaşam şartlarında görülen olumlu değişiklikleri konu eder:

“Cumhuriyet rejimi, Zonguldağa ve kömür ocaklarına girdiğindenberi, amelenin hayat şartlarını değiştirmeğe, köylüye madenciliği sevdirmeğe, köylünün kafasından kömür ocağının bir cehennem olduğu fikrini çıkarmağa uğraşıyor.

Gezdiğimiz ocaklarda, amelenin hayat şartlarının, köyündeki ile kıyas kabul etmiyecek kadar, yükseltildiğini memnuniyet ve iftiharla gördük. Şimdi Türkiş adını taşıyan eski 63 numaralı ocakta amelenin nasıl yaşadıklarını, bu şirketin müdür muavini olan ilk tayyarecilerimizden ve emekli erk’anıharb zabitlerimizden Cemal bize gösterdi. Amelenin ocak dışındaki yaşayışı, ufaktefek farklarla ordudaki kışla hayatının ayni… İki katlı büyük kârgir, havadar, güneşli, geceleri pırıl pırıl yanan binalarda, askerlerinki gibi, üstüste konulmuş karyolalarda yatıyorlar. Bu binaların abdesaneleri, ciddî söylüyorum, bizim İstanbulun Harbiyedeki Belediye halâsından bin kat temiz ve kokusuzdur. Yataklar, Sümerbankın yünlü mensucat fabrikalarının işe yaramıyan yün kırıntılarından yapılmıştır. Yatakların çarşafları, örtüleri, yastıkların kılıfları vardır. Kimse kimsenin yatağında yatmaz. (Yalnız sermayesi İtalyan olan Türk Kömür madenler Anonim şirketinin bir ocağında, bir yatakta nöbetleşe birkaç amele yatmakta olduğunu gördük). Hiçbir amele yıkanmadan yatağa giremez. Her amelenin kilitli bir dolabı vardır. Amele mahallelerinde ayrıca büyük yemekhaneler vardır. Bunların mekteb yemekhanelerinden farkı havlu kullanılmaması ve sürahilerle bardakların, şişe yerine, kırılmamaları için, kalaylı bakırdan olmasıdır. Ameleye bir övünde yedi buçuk kuruşa üç kab bol yemek verilmektedir. Yemekler, müessese memurin kooperatifinin temin ettiği birinci nevi malzeme ve tereyağile pişirilmektedir. Bu yemeklere alışan amelenin, köyünde mutlaka midesi bozulacaktır. Ekmekleri, İstanbul ekmeklerinden farksızdır.

Amele radyo dinleyerek yemek yiyor. Modern bir çamaşırhanenin muhtelif makineli vasıtaları amelenin çamaşırlarını yıkıyor. Ocaktan gelen kirli amele, yemekhaneye girmeden evvel, sıcak veya soğuk bir duş yapıp yıkanmağa, temizlenmeğe mecburdur. Amele için ilk müdavatı yapmak üzere bir revir de vardır. Bekâr memur ve mühendisler için odalar, evli memur ve mühendisler için de evler yapılmıştır. Bütün bu amele, köylü, memur, mühendis, hatta müdür çocukları tam bir demokrasi ruhile yanyana okurlar. Bir sinema salonu da varmış, fakat işler arttığı ve memurlar çoğaldığı için, yeni binalar yapılıncaya kadar, sinemayı büroya tahvil etmek fedakârlığına katlanmışlar.” (1)

Bu bölümde ayrıca, “Havzada istihsali rasyonelleştirmek için bütün ocakların ve tesisatın tek elden idaresine karar verilmiştir” başlığı ile 40’lı yıllarda tüm ocakların devletleştirilmesine varacak gelişmelerin başlangıcına değinilir.

Yazının son bölümünde, çıkarılan kömürlerin nakli konusu ele alınır. “Kömürlerin demiryolile Anadolu içerilerine nakli meselesi Zonguldak-Filyos-Irmak hattı ile halledilmiştir. Bu sahada, yalnız Kozluyu Zonguldağa ve böylece Anadolu demiryolu şebekesine bağlamak meselesi kalmıştır.” Ancak, liman çok yetersizdir. Hükümetin yıllar önce aldığı “Kömür Limanı İnşası” kararı henüz gerçekleştirilememiştir.

Son günkü yazı, “Kömür limanının, nerede yapılması münasibdir” başlığını taşır ve alt başlıkta belirttiği gibi, “Ereğli, Amasra, Zonguldak ve Çatalağzı limanları hakkında leh ve aleyhde ileri sürülen mütalealar”ı teker teker sıralar. Yazarın tavrı, daha çok Çatalağzı’ndan yana gibi görünmektedir.

Kömür limanı konusu 30-40’lı yıllar Ereğli gündemini çok meşgul etmiş bir konudur. Eczacı Sabit Bey de 1945’te kaleme aldığı Tarih’inde aynı yıl temel taşları atılan Ereğli limanı konusuna çok yer verir. II. Cildin 140-162. sayfaları arasında, Ereğli Kazası’nın Ekonomik Durumu ana başlığı ile, Ereğli Limanının Önemi, Tarihte Ereğli Limanı, Ereğli Limanının Gelecekteki Önemi, Ereğli Limanının Darlığı Mes’elesi ve Ereğli Limanının İnşasının Gecikmesi başlıkları altında ve Ereğli limanının önemini belirten Köstence limanıyla bir pafta içerisinde karşılaştırılması başlığı ile İçindekiler kısmında belirttiği, bugün Eczanemizde asılı olan haritayla destekleyerek uzun uzun anlatır.

Ancak, yıllarca süren, Ereğli’nin ileri gelenlerinden bir çoğunun gayretiyle de yol alan ve dedemin de hâlen elimde olan 10 Ağustos 1938 tarihli 11 daktilo sayfasından oluşan (yayımlanmasını onun Ereğli Tarihi’ne sakladığımız) “Kömür ve Sanayi Limanı Nerde Yapılmalıdır” başlıklı dilekçesiyle destek verdiği mücadele, Ereğli lehine sonuçlanmış ve Ereğli Limanı inşaatına 29 Temmuz 1945 tarihinde temel taşları atılarak başlanmıştır. (2)

DİPNOTLAR .............................

(1) “Atatürk’ün Mimarı” olarak bilinen, Florya Deniz Köşkü, Çankaya Hariciye Köşkü, Genel Sekreterlik, Yaverlik ve Başbakanlık Köşkleri gibi yapıların tasarımcısı olan Yüksek Mimar-Şehir Planlamacısı Seyfi Arkan’ın (1904-1966) projesi olan bu “Zonguldak M. K. İ. Amele Evleri Mahallesi” 1934-36 yılları arasında yapılmıştır.

Eczacı Sabit Bey, Tarih’inde 1945’in Göztepesi’ni anlatırken şunları yazar:

Bu tepe; Ereğli çarşusunun hemen yanında, çarşu ve mahallelerin gelecekte büyüme ve genişleme kesiminin ortasında ve denizden 70 metro yüksekliktedir. Kuzey yönü çam ağaçlarıle örtülmüş şehre hakim olduğundan burası yeni yapılmış olan şehir planında gezi yeri ve korusu olarak bırakılmış, tepenin eteğinden başlayarak batıya doğru tatlı bir meyille giden boş bahçeler; halk evini, şehir parkını ve hükümet konağını içine alarak deniz kıyısına kadar uzanan saha, sitadyom ve park olarak ayrılmıştır. Sitadyomun anfisinde oturacak bir kimse; bütün bu alanla beraber limana kadar tatlı bir manzara içinde oyunları seyredecektir.

Ve buraya koyduğu bir dipnotla “Büyük bir kavrayışla ince bir zekânın buluşu olan, bu güzel kompozisyonun üstünde, çam dallarıle bezenmiş bir vazo gibi yükselen Göz tepesine milli bir anıt konduran ve şehir planımızı yapan Güzel San’atlar Akademisi profesörlerinden yüksek mimar Seyfi Arkan’a ne kadar teşekkür etsek azdır.” şeklinde ekler.

Sabit Bey’in anlatımı, 1940’lı yıllarda yeni Halkevi’nin yapımını da içine alan yeni bir kent planının hazırlandığını gösteriyor. Ayrıntılarına değindiği ve aynı sayfadaki dipnotta yapımını üstlenen Prof. Seyfi Arkan’a teşekkür ettiği plan, anlaşılacağı gibi tümüyle uygulanamamıştır. Ayrıntılarını ne yazık ki bilemediğimiz bu plan yalnızca Göztepe ve Park alanını mı kapsıyordu; yoksa tüm kenti mi ele alıyordu; arşivlerde bulunabilirse yanıtlanabilecek bu soru ne yazık ki şu an için karanlıkta kalacak.

(2) 1869-1916 Kastamonu ve Bolu Salnamelerinde Ereğli – Sadun Duran - Post ve Post Yayıncılık– Ankara, 2015, S.: 58-60, 146-147.

 
Gösterim : 3919
YORUMLAR
Web sitemiz 04.03.2012 tarihinden itibaren;
Toplam: 21552021, Bugün: 1964 kez ziyaret edilmiştir.