Kayıt Tarihi: Monday, November 30, 2015 1:51 PM
Ters Köşe
Kılıç mahallesi. TED Zonguldak ve Eskişehir Maarif kolejleri; İst. Hukuk Fakültesi terk. 1965-67 TİP üyeliği ve sonrasında teorik çalışmaya giriş. Demokratik Devrim Derneği kuruculuğu. Akbank’ta çalışırken sendikacılık; o nedenle iş akti feshi. YapıKredi’de örgütlü Banks sendikası danışmanlığı. Sendika, İş Bankası’nda örgütlü Tibaş’a devredilirken tekrar iş akti feshi. İTÜ halkla ilişkiler ve uluslararası öğrenci staj bürosu şefliği; rektörlük tercümanlığı. Bazı dergilerde sahiplik ve yazı işleri müdürlüğü; bir çok makale; 8 adet bilimsel kitap editörlüğü. Alaplı’ya, sonra da Ereğli’ye yerleşme. Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi adlı kitabın yazılarak basılması. İkinci cilt çalışmaları ve Ayvalık’a taşınma. (Evli ve üç çocuklu).
Spor dünyasından karşılaştırmalı gösterilişlerle, ABD’nin ve genel olarak emperyalizmin çöküşüne ve Çin’in yükselişine dair somut örneklere bakıyoruz...

EMPERYALİZMİ YÖNLENDİREN “BASP” (WASP)’IN TANIMI

Öncülüğü ABD-İngiliz işbirliği tarafından yapılan Batı düşüncesi, kültürel köklerini dünyanın bütün antik medeniyetlerine ait yazılı kaynaklara dayandırarak, kendi dışında kalan uluslara, devletlere, hatta her türden yapılanmaya hayat hakkı tanımamayı bir önderlik şartı olarak kabul edip insanlığa dayatıyor. Her nekadar Avrupa’nın dünyaya “biricik” olarak sunduğu Aydınlanma Felsefesi’nin nasıl olup da faşizm’e, Nazizm’e ama sürekli olarak da ırkçılığa yol açabildiğine dair tartışmalar o günlerden bu yana yapılıyor olsa da, bu önderlik şartı hiçbir zaman gündemdeki yerini kaybetmiyor. Dolayısiyle de dünyanın geri kalan milyarlarca insanı için sorun olmaya devam ediyor.

Diğer yandan, “normal insan” olmayı WASP’lık ölçülerine bağlayan bu anlayış için “ötekiler”in pek de bir anlamı kalmıyor. WASP, Beyaz-AngloSakson-Protestan kelimelerinin İngilizce baş harflerinden oluşuyor; yani, “White-AngloSaxon-Protestant”. (Biz bunu Türkçede BASP olarak ifade ediyoruz; bundan böyle de öyle diyeceğiz). Hemen söyleyelim ki, “sınıf mücadelesinden başka şey tanımam!” diyerek emperyalizmi sadece kapitalizmin dönemsel bir sistem sorunu varsayan vatansız solcular ile cahillerin yaptığı gibi BASP’ın niteliklerini ve niyetlerini hafife almak, vahim yanlışlardandır. Müesseseleşmiş ve özel kilise zincirleri de olan azimli ve kararlı bir elitist entelektüeller kulübünden sözediyoruz. Diğer bir deyişle, üst düzey mensupları, kendini beyaz ırktan sorumlu tutan, dolayısiyle de dünyayı yönetmek üzere emperyalist sömürünün düzeneklerini kurmuş ve hayata geçirmiş büyük ailelerden, yani “oligarşi”yi meydana getiren oligarklardan sözediyoruz.

Bu “kelime-kavram”ın veya kısaca terimin çok iyi düzenlendiği açıktır. Önce beyaz ırk belirtiliyor; ardına Anglosakson kavmi/kavimleri ekleniyor ve olay, dinsel-mezhepsel konumun saptanmasiyle çerçeveleniyor. Görüldüğü gibi burada alan iyice daraltılmış ve özellikle de dinsel konum, büyük Katolik ve Ortodoks kitleleri dışarıda bırakılacak şekilde kilitlenmitir. (“Dar alanda kısa paslaşmalar” gibi gözüküyor ama öyle olmadığını az sonra göreceğiz). 1957 itibariyle kuramlaşmaya başlayan bu terimin (W) olan ilk harfinin “Wealthy” yani Varlıklı olarak okunması gerektiğine dair düşünceler olsa da, daha sonraki süreçte ırkı belirleyen “Beyaz” kelimesi olaya iyice yerleşmiştir. BASP teriminin dünya çapında kabul görmesi, zaten bilinen somut durumun teorik olarak saptanmasından ibarettir.

BASP terimi, ilk dönemlerde olduğu gibi bugün sadece İngiliz kökenli ABD’lileri ifade etmiyor. Günümüzdeki kapsamında, başta—İngilizleri de katlayan—50 milyon nüfusuyla ABD’nin en geniş diyasporasını oluşturan Alman kökenliler yeralıyor. Daha sonra da İskoç, İskandinavya, Hollanda, Belçika ile Kalvinci Protestan Fransızlardan oluşan ABD vatandaşları yeralmakta. Ama hiç şüphesiz ki bu insanların Avrupa yakasında ve Avustralya gibi Okyanusya adalarında yaşayan kavimdaşları da kapsama alanındadır. Dolayısiyle Batı Düşüncesi’nin mimarları, ABD dendiği zaman salt bir Kuzey Amerika ülkesini anlamıyor: Batı Avrupa’nın 1000 yıllık tarihinden süzülmüş aristokrasisinin ABD ülkesinde yarattığı bir çeşit—dünya soygunu üzerinden gelen birikimle hayattan kâm almayı öğütleyen―kültürünü anlıyor. Zaten bu nedenle kendini de içine kattığı tüm batılı Beyaz Adam dünyasına “Büyük Yahuda-Hıristiyan Batı Medeniyeti” diyor… İşte bizim sözünü ettiğimiz BASP, Rockefeller, Vanderbilt, DuPond, Astor, Carnegie, hatta iyice genişleyip Rothschild, vb. ailelerle dünyaya müdahale eden bir “kast” oluşturuyor.

Zaten bu nedenledir ki 2. Dünya Savaşı sonrasında Hitler rejimine birinci sınıf hizmet vermiş ve savaş suçlusu olması gereken unsurların bir çoğu sırf BASP olmaları nedeniyle ABD’ye getirilmiştir. Gerek tüm branşların uzman—ve içlerinde ünlü Wernher von Braun’un da yeraldığı—bilimadamları olsun, gerekse Almanya’da istihbarat işlerinde çalışmış azılı anti-semitikler olsun, Sovyetlerden kaçırılarak getirildikleri ABD’de bomba ve füze planlayıcısı, polis danışmanı ve SSCB’ye karşı casus olarak ilgili bakanlıklar ile CIA ve FBI tarafından istihdam edilmişlerdir. [Fotoğrafta, sözünü ettiğimiz bir kısım ünlü NAZİ bilimadamı, Teksas’taki Fort Bliss askerî üssünde toplu ve mutlu bir halde görülüyor. (1949 ilâ 1990 yılları arasında yaklaşık 1600 kişi bu çerçevede istihdam edilmiş).] [Foto-1]

BASP’IN GÜCÜNÜ YİTİRME SÜRECİ:

SİNYALLERLE BAŞLAYAN BÜYÜK DÜŞÜŞ

“Beyaz-AngloSakson-Protestan” insan türünün etkinliğini kaybetmeye başlaması, öncelikle spor alanında gerçekleşti. Her nekadar 2. Dünya Savaşı öncesinde yapılan 1936 Berlin Olimpiyadında bir Karaderili olan Jesse Owens 4 altın madalya kazansa da, bu durum—20. yüzyılın en büyük 10 sporcusu arasında yeralan Kızılderili kökenli Jim Thorpe gibi—o dönemlere ait istisnalardır. Yine de, 1936’da ABD ekibinde yeralan 66 atletin 10’unun siyah olduğunu, ama ABD’nin aldığı 11 madalyadan 6’sının o siyahlar tarafından kazanıldığını saptayalım; 6’da 5... Demek ki bugünden bakınca, aslında bu konunun da geleceğe dair sinyaller taşıdığı anlaşılıyor…

İlk yaklaşımda ilgisiz gibi görünecek, ama dert etmemek gerekir; çünkü BASP’a dahil olmayanlar ve cilt rengi beyazı tutmayan sporcuların arenalarda liderliği ele alması ile emperyalizmin göstermeye başladığı zaafiyet arasında, son tahlilde doğrudan bir ilişki vardır. Bir başka deyişle spor, bu konuda turnusol kâğıdı görevi yapar. Yine de SSCB’ye karşı bilimsel, sanatsal, kültürel saldırıya geçildiği, 1950-1990 arasındaki o uzun süreçte, propaganda amaciyle—sürekli güldürülen Louis Armstrong gibi, asla yenilmediği varsayılan Harlem Basketbol Takımı gibi—Karaderili insanların kullanıldığı düşünülürse.. böyle bir ilişkiyi tanımlamak gerçekten de zorlaşabilir. Kolaylaştıralım:

• Basketbolün ardından neredeyse tüm atletizm branşlarında önceliği Karaderililerin alması ile Afrika kıtasının âdetâ Batı Avrupa’nın futbolcu kaynağı/üreteci olması, aynı sürecin birbirine paralel kulvarlarıdır. Basketbol, voleybol―ve 20. yy. başındaki şampiyon Doherty’den sonra da―tenis gibi branşlarda İngiltere’nin adı okunmamaktadır. Okunduğu zamanlarda da, ülkenin meşhur Derby at yarışlarına izafeten söylemek gerekirse, nal toplayan bu ülke çok sorunludur; atletizmi bile…Nitekim İngiltere Atletizm Federasyonu’nun mali sıkıntılar nedeniyle çöküp, 1999 yılında yerini “British Athletics”in almasından sonra da bu branş belini doğrultamadı. Bir çok dalda olduğu gibi bu branşta da uzun bir zamandan beri Afrika kökenli sporcular önde geliyor. Yani, ülkenin medarı iftiharı, rekoru hâlâ egale bile edilememiş, tüm zamanların en iyi “3 adım”cısı—ve Hıristiyan dindarı, beyaz—Jonathan Edwards sonrasında hiç kimseyi yetiştirememesi üzerinde hâlâ düşünülmekte. Dahası, 18.21 metrelik skorla onun ardından gelen ABD’li Christian Taylor ise kapkara bir delikanlıdır... İngiltere umudunu, uzun mesafe koşucusu Mo Farah gibi Somali doğumlu karaderililere bağlamış olmalı ki, kendisine kraliçe tarafından Britanya İmparatorluk Madalyası takılmıştır.

• Tabii ki bütün söylediklerimizin ardından “ama ünlü örneklerin hepsi de ABD ve İngiliz” vatandaşı denilebilir. Ne var ki bu soru içerikli saptama da yeterli olmayacaktır; çünkü zihnimizi meşgul etmesi gereken asıl nokta, artık ortalarda görülmeyen emperyalist ülkelerdeki “Beyaz Adam nerede?” sorusudur… BASP unsurları, âdetâ tüm spor branşlarını terkederek para kazanmaya yönelmiş gibidir. Çünkü emperyalist metropollerde sıradan AngloSakson ailelerin çocuklarını bir bilinmeze (amatörlüğe) yönlendirip fedâ etmeye artık niyeti de yoktur, olanağı da. [Eskiden yapılabilen zorlamalar da artık tutmamaktadır. Ailelerinden kaçıp kurtulanlar ise orada-burada sürünüp “suçlu” kategorisine girdikten sonra “en azından bir geliri var” diye profesyonel asker falan oluyor. (ABD ordusu da bu acımasız, hastalanmış unsurları oraya-buraya ve meselâ İŞID’e yamıyor, hatta üzerlerinde kimyasal deney yapıyor; daha sonra da bu konuda filmler çekilip yeniden para kazanılıyor).]

• ABD ve Batı Avrupa’daki tüm spor branşları, hayatta öne çıkmak, mutlaka kazanmak ihtiyacı ve duygusuyla yüklü olan Karaderili insanlara kalmıştır. Hatta okadar ki, Çinliler sahipleniyor diye hangi ülkede nasıl icadedildiği hâlâ tartışma konusu edilen golf sporunda bile Tiger Woods adlı bir Karaderili “tüm zamanların en iyisi” ünvanını alabiliyor artık… Diğer yandan dünyanın en büyük kortlarına ama en kültürsüz izleyicisine sahip ABD’nin de tenis branşında Karaderili Williams Kardeşler’i keşfederek bizlere sunması ile artık dereceye girebilecek beyaz tenisçi yetiştirememesi arasındaki çelişkiye de dikkat etmek gerekiyor.

• Pekiyi, dünyanın diğer bölgelerindeki BASP’lar ve diğer “Beyazlar” ile Latin Amerika, Avrasya, Okyanusya Adaları gibi insanlarla meskûn bölgelerdeki durum nedir? Cevap veriyoruz: Batı Avrupa ve ABD’nin aksine, bu bölgelerdeki spor branşlarında ya istikrar vardır, ya da büyük bir yükseliş: Latin Amerika’nın futbol, voleybol, basketbol branşlarında nekadar üst düzeyde olduğu zaten biliniyor. Yanısıra, her dalda sporcu yetiştiren ve neredeyse bütün spor branşlarında en ön sıralarda bulunan Portekiz ve İspanya gibi Beyaz Avrupa’ya aykırı düşen kavimlerin günümüzde yaşayan torunlarının tavan yapmış yeteneklerinden de haberdarız. Aynı zamanda Fransa ve İtalya’dan başlayarak Adriyatik kıyıları yoluyla Yunanistan’a ve doğal seyriyle Türkiye’ye ulaştığı “Akdeniz İklim Kuşağı”nı da aynı nedenle gündemden düşerek diğerleriyle sürdürüyoruz:

Avrupa’nın kuzeyindeki BASP sayılan Almanya, İskandinavya ile Benelüks ülkeleri, spor branşlarındaki başarısını aynen sürdürüyor. Dini de farklı olan BASP-dışı Orta ve Doğu Avrupa ile Ukrayna ve Rusya’nın Beyaz Adamları, başta futbol, atletizm, voleybol, basketbol olmak üzere neredeyse tüm spor branşlarında ilk üçe girmeye devam ediyor. (Meselâ erkek olsun kadın olsun, sırıkla atlamada Ruslar sürekli ön sırada). Örnekler vererek metnimizi boşuna uzatmayalım: İnternette, spor branşlarının uluslararası federasyonlarını Türkçe veya bir başka dilde yazarsanız, sizi doğrudan veya dolaylı olarak bu kuruluşların sitelerine bağlayacaktır. Bu sitelerde, alınan skorlara göre ülke veya kişilerin sıralamasını görecek ve bana “az bile yazmışsın!” diyeceksiniz. Dahası, kış sporlarını da ekleyerek Avrasya ülkelerine baktığınız zaman da, çok somut, olağanüstü gelişmeleri göreceksiniz. İşte, bütün bu nedenlerle burada 100, 200 metrelerin karşıkonamaz şampiyonu Usain Bolt gibi dünyanın minnacık adalarından gelen onlarca skorer sporcudan ayrıca sözetmek abestir diye düşünüyorum…

• Türkiye’ye gelince… Beyaz İnsan kaynaklarından biri olan Türkiye’de de inanılmaz gelişmeler sürüyor. En son 1 Ekim 2015 itibariyle 9 sıra birden atlayarak, dünya sıralamasında 37.’liğe yükselen futbolumuzdan sözetmeyeceğiz… Hatta, sadece üç band bilardoda alınan Avrupa ve Dünya şampiyonlukları bile yeterli örnektir; ama bunlardan fazlası da var: Özellikle kadın voleybol ve basketbolü almış yürümüş, Avrupa ve Dünya şampiyonlukları veya en azından bu dallarda oynanan finaller rutin işlerden sayılmaya başlanmıştır. Ayrıca, öğrenilmesi ve uygulaması zor sporların başında gelen teniste, şimdilik dünyada ilk 200’e giren oyuncu sayımız sadece 2’dir ama altyapılardan gelen tenisçi çocukların, gençlerin performansı dünya klasmanında ilk 100 arasında... [Hemen belirtelim: buradaki rakamlar ülkeleri değil bireyleri ifade ediyor. Yani 100 çocuktan birisi bizim demek istiyoruz…]

Diğer yandan atletizm sporundaki çeşitli kategorilerde şampiyonluklar almış kadın sporcularımızın neredeyse tamamının dopingli çıkması, moda tabiriyle çok mânidardır; anlaşılamazdır. Not etmek gerekirse, diğer konularda olduğu gibi Batılı merkezlerin Türklere karşı “tuhaf” yaklaşımlarını sporda da görüyoruz. Henüz farkında olmasalar da, uzun bir zamandan beri onları anlıyoruz; kendi sıkıntılarının bunalımını yaşıyorlar. Özellikle 1500 metre şampiyonumuz Süreyya Ayhan’a,―zorla odasına girmeye çalışmak şeklinde davranışlar sergileyen doping personeli dikkate alınırsa―yapılanlar hep saldırganca olmuştur. Üstelik 4 yıllık men cezasına karşı yaptığı başvuruyu, CAS’ın, âdetâ “sen misin itiraz eden” diyerek “ömür boyu men”e çevirmesi hâlâ akıllardadır. Bütün bunlara rağmen, artık anne ve babaların çocuklarına ve özellikle de kızlarına spor branşlarında uğraşmaları için onay verip destek olduklarını görmek çok güzel ve büyük bir avantaj.

ÇİN UYGULAMASI ve/veya ÇHC FARKINDALIĞI

Üç paragraf yukarıda Tiger Woods’la bıraktığımız yerden devam edelim: Batılı uzmanlar—başka kavimlere, halklara maledilebilecek her “öncelik” konusunda olduğu gibi, bu konuda da—ne kadar direnirse dirensin, “golf” adiyle anılacak olan spor branşını dünyaya Çin’in Ming Hânedanı mensuplarının sunduğu anlaşılıyor. (Batı aristokrasisinin bu güzide sporu için ne kadar banal bir durum; ne büyük bir talihsizlik)… Ama biz de işte tam bu noktada Ming’in “Aydınlık” demek olduğunu bir yere kaydedelim. Üstüne de, Ankara Savaşı kazanımı ile Hıristiyan şövalyelerin İzmir’deki egemenliğine son veren Timur’un, zafer sarhoşluğu ile Çin’e kadar gidip Ming’i yoketme planını da üzerine ekleyelim. Ve tabii ki, buna izin vermediği, yani tam da o sırada Timur’un hayatını sonlandırdığı için ulu Tanrıya dua edelim… Çünkü Asya’nın bu büyük ülkesi, tarihten getirdiği icat ve keşiflerin yanısıra, başkalarına ait de olsa tüm yenilikleri özümseyerek hayata geçirmeye ve dolayısiyle de insanlarını yeniden ve yeniden yapılandırmaya devam ediyor. Yani artık günümüzdeki Çin Halk Cumhuriyeti, spor alanındaki en büyük farkındalığın somut örneklerini vermektedir. Ama bu gelişme, ilk avazda akla gelen sosyo-ekonomik veya askerî büyümeden çok farklı bir şeydir; ne ki, bizler bunun farkında değiliz. Burada, sadece 2 spor branşını baz alarak devletin nasıl bir “şey” olduğuna varacağız:

1. TENİS sporu, kökeni 12. yy Fransa’sına kadar götürülen,―aynı golf gibi―aristokrasiyle başlamış bir oyundur. Çok daha sonraları onu İngilizler devralmış ve 19. yüzyıldan bugüne kadar düzenlenen kurallara bağlamış. Ancak konuyla, yani spor branşlarıyla derinlemesine ilgilenenler görebilmektedir ki ÇHC, bu spor branşında dünyadaki en büyük atılımı yapmıştır; yapıyor. Wikipedia.Org. sitesine bakarsanız, 12 yaş ortalamasındaki 2.900.000 çocuğun bu sporda yetiştirildiğini göreceksiniz. Organizasyonun başına da Amerikalı Jeff Bearup getirilmiş; milyonlarca çocuğun eğitiminden birinci derecede o sorumlu.

Bugün Çin, inşa ettiği 10.000 ve 15.000 kişilik tenis kortlarında dünya tenisçilerini ağırlamakta; “Çin Açık” ve/veya “Şanghay Masters”a katılmayan Batılı ünlü sporcular yadırganmakta, final oynayamayanlar çok üzülmekte, üstelik çaptan düşmüş bile sayılmaktadır. Daha dün denilecek bir tarihte başlanan çalışmalara rağmen Zeng Ji, Yan Zi ve Li Na gibi dünya klasmanında yeralan tenisçiler yetiştirmiştir. [Fotoğrafta, Dünya sıralamasında 10. ve 2011 yılında da Paris’deki “Fransa Açık”ı kazanmış ilk Çinli tenisçi ünvanını alan Li Na’yı görüyorsunuz. (Maalesef Na, bir türlü tedavî edilemeyen diz kapağı sakatlığı nedeniyle tenisi bıraktı).] [Foto-2]

2. SNOOKER (snuker) adı verilmiş olan cepli bilardo 19. yy sonlarına özgü bir İngiliz icadıdır. Yaklaşık 3.6 x 1.8 m. ebadlarında ve―kımıldamaması için―bir tondan fazla ağırlığı olan dev bir masada oynanıyor. 1875 ve sonrasındaki yıllarda, Hindistan’daki İngiliz işgal ordusu subayları tarafından, normal bilardo masasına aparatlar eklenerek icadedilmiştir. Adının kaynağı bilinmemekle beraber, snooker’a zaman içinde engel olmak, cahillik/çaylaklık, hile yapmak gibi anlamlar yüklenmiştir. Zaman sınırlaması olmayan ve en az 7 ilâ 35 devre oynanan, dolayısiyle de saatlerce süren, yorucu bir oyundur. İnsanı hızlı düşünmeye zorlarken, uzun ve geniş masanın etrafında sürekli dönmeyi, ileri-geri, sağa-sola hareket etmeyi, çökerek tüm masayı denetlemeyi, toplara iki büklüm vurmayı, masaya eğilirken bir ayağını yerde tutmayı, vs. gerektiriyor. Başlangıçta—golf ve tenis gibi—bir aristokrat oyunuyken Amerika’ya da ulaşmış, 20. yüzyılın ortalarından itibaren giderek kasabalara değin yayılmıştır. Her nekadar yarışmaları BBC televizyonu veya EUROSPORT kanalları naklen yayınlıyorsa da, şu anda snooker her türden bahse ve bahisçilere açık bir şekilde “ayak takımı”nın oyunu olarak kabul görüyor…

Ama ayak takımına yatırım yaptığı anlaşılan ÇHC yetkilileri, uzmanları, strateji ve taktikler zincirine bağlı, kompleks mizansenlerle yüklü olduğunu anladıkları ve bu sporda esas olan savunmanın ve kaçınmanın/sakınmanın, (düşmana açık hedef bırakmamanın; etrafından dolaşmanın) çoğu zaman saldırıdan daha önemli olduğunu—askerî strateji çerçevesinde—bildikleri için, oyunun değerini hemen kavramış olmalılar…

O tarihlerde İngiltere bilardosu, reklam ve sponsorluk faaliyetlerinin dumura uğraması sonucunda açmaza girmişti. (Kayıtlar, özellikle sigara reklamlarının yasaklanmasını gerekçe gösteriyor). İşte tam bu noktada ÇHC devreye girecek ve Büyük Britanya İmparatorluğu bilardosunu kurtaracaktır. Aynı zamanda da üreteceği Çin tarzı masalariyle birlikte dünya snooker piyasasına doğrudan nüfuz edecektir. Dolayısiyle bizim generalimiz, NATO subayları sevinsin, beni de sevsinler diye çevre düzenlemesiyle(!) golf sahaları yaparken, Çinlilerin snooker masası imalâtının yanısıra dev tenis kortları inşaatı işine girişmiş olması nasıl bir anlayış farkıdır diye de düşünürken anlıyorum: İşte “devlet” böyle bir şeydir…

O süreçte Çin, İngiltere’yle bir çok sponsorluk anlaşması da yapacak, aynı teniste olduğu gibi kendi şampiyonlarını yetiştirecektir. Bazı yeteklere İngiltere’de yaşayıp işi ayrıntısiyle öğrenme fırsatı da tanıyan ÇHC devleti, hem Marco Fu ve Ding Junhui gibi şampiyonlar yetiştirecek, hem de bu suretle çok yönlü kazanacaktır. Eğer bugün—fotoğrafta görülen—3,5 yaşındaki Wang bebek, devlet desteğiyle bunu oynamaya başlamışsa, emperyalizmin dünya üzerinde yapacağı pek bir şey kalmamış demektir… [NOT: Bu bağlamda, özellikle subay adaylarının geliştirilmesi gereken zihinsel faaliyeti düşünülerek, öncelikle Türk Silâhlı Kuvvetleri ilgililerine hemen snooker’ı öğrenmeleri ve o süreçte Çin’le anlaşarak—tüm askerî okullar ve garnizonlarda kullanmak üzere—yeterli miktarda snooker masası siparişi vermeleri önerilir. Hemen ekleyelim ki bu sipariş, politik didişme aracı yapılan bilmemne füzeleri satın alma harekâtından daha önemli ve kalıcı, yani temelli bir girişimdir.] [Foto-3]

Uluslararası ilişkilerde ÇHC’nin bu girişimlerini izlerken tesadüfen elimize geçen bir başka fotoğrafı da paylaşmamak olmazdı. Çünkü bu kez olayımız Çin’in sınırları içinden; ama Çinlilerin ezerek(?) asimile etmeye niyetlendiği söylenen Sincian-Uygur Özerk Bölgesi’nden. Fotoğraf çok yeni; Ağustos 2014’e ait ve Kaşgar’da çekilmiş. Görüleceği gibi Çinliler, ezerek asimile etmeye çalıştıkları Uygur Türklerine her nedense strateji ve taktikler gerektiren snooker’ı öğretmeye çalışıyor; ki, şaşırmış olmalılar… Fotoğrafta, salonun büyüklüğünü göremiyoruz; ama görülebilen alanda—en arkadaki de dahil edilerek—yedi adet masa olduğu anlaşılıyor. Masaların bazıları daha büyük ebadlarda, diğerleri küçük; çocukların da oynayabileceği kadar. [Foto-4]

EMPERYALİZMİN DOYUM NOKTASI

Görüldüğü gibi bugün artık bir gösteri alanı haline gelen spor adı verilmiş etkinlik, ülkelerin sosyo-ekonomik-politik gelişmişlik düzeyinden bağımsız gelişiyor. Dünün sömürge ülkelerinden insan fışkırıyor… Beyaz Adam dünyasının “para düşünürleri” ise geçen yüzyıllarda ülkelerine zorla getirdikleri kölelerin torunları üzerinden hâlâ nemâlanmaya çalışıyor; ama herkes farkında ve bu farkındalık kısa zamanda tüm ülkelere yayılacak; başka yolu yok!..

Ekonomik verilerden yola çıkan analizlere her zaman dikkat ederiz. Ekonomik yapılanmanın göstergeleri yükseliş ve düşüş eğilimlerini belirtir. Kısacası, ekonomi esastır ve diğer unsurlar ona bağlı çalışır diye biliriz. Bir başka deyişle, iyice ezberlediğimiz şekliyle, “ekonomik altyapı, sosyo-politik üstyapıyı belirler/düzenler” deriz… Ne var ki emperyalizm, ama özellikle de tek kutuplu hale gelerek dünyaya “nizâmat” vermeye çalışan neo-emperyalizm döneminde işler, 500 yıllık klasik kapitalizm çağındaki gibi işlemiyor. Dolayısiyle de kavramları o klasik çağdaki unsurlariyle ele almak analizleri sadece zayıflatmakla kalmıyor, artık yanlış sonuçlara da yönlenmemizi sağlıyor.

Özetlersek: en az son 50 yıldır “üstyapı”yı emperyalizm temsil etmektedir. Emperyalistlerin nüfuz alanındaki azgelişmişler de onun “altyapı”sını oluşturuyor; yani “globalleşme” böylesi bir sömürü sistemi anlamına geliyor. Üstelik iş bu kadarla kalmamaktadır: Emperyalist üstyapı (ki buna bugün “üst akıl” deniyor), azgelişmişlerin tarihten getirdiği tüm sosyo-ekonomik-kültürel yapılanmasını değiştirebilecek müdahalelerde bulunabilmektedir. Ülkelerin tarım, sanayi, ormancılık, sulama (akarsular), madencilik gibi maddî ve medya ile tüm görsel sanatlar, edebiyat, vb. gibi yaratıcı, üretici bütün alanlarını doğrudan ve dolaylı yollarla değiştirip dönüştürebilmektedir. (Geçmişte, Sovyetler’in bile dost ve müttefik COMECON ülkelerine “sen buğday üretme; mısıra yönel” falan gibi emredici önermeler yaptığı düşünülürse, sistemin işleyiş/işletiliş mekanizmalarını zaten herkes anlamış görünüyor).

Bu dönüştürme iş(ler)i, en azından bugüne kadar böyledir. Silâhların ve savaşın da sık sık kullanıldığı globalleşme sürecinde artık bütçelerin sınıra (veya optimuma) ulaştığı dikkate alınarak, soygun planlarına ait silâhlı faaliyetin gerçekleşmesi için altyapı (veya çevre) ülkelerinden “piyon kullanma” aşamasına geçilmiştir. Kullanacak doğru-dürüst piyon, yani ülke askeri bulunamadığı için de tarihöncesi kastlardan bakiye, “doğuştan asker” unsurlara başvurulmaktadır. Zaten emperyalizmin doygunluk noktası da buradadır…

Tamamen tıkandığı için ulus-devlet aşamasına varmış tarihî kategorilerden istediği verimi alamayan emperyalizmin, tarihöncesi yapılanmalara başvurmak zorunda kalması, çoktan beridir vermekte olduğu çöküş sinyallerinin zirve noktasını oluşturuyordu. Daha önceki yazılarda, hemen güneyimizdeki bölgede antik “şehir devletleri” kurma sevdasındaki emperyalizmin bunu başarıp başaramayacağını sorgulamış ve günümüzden doğru tarihöncesine müdahale edilip edilemeyeceğini, tarihöncesine dönülüp dönülemeyeceğini anlamaya çalışmıştık. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, emperyalizmin bu çabasının bir “can havli”, bir “canhıraş feryat” olduğunu kavrayamamıştık… Artık her yere birden ve açıkça deklare ederek saldıran emperyalist merkezlerin―bizim Cumhurbaşkanı tarafından bile anlaşılan―hezeyanları, hiç şüphesiz ki çöküşün ta kendisidir.

Yol gösterici spor; çok yaşa!..

Hiç şüphesiz ki Doğu rüzgârı, Batı rüzgârını yenecektir!..

 
Gösterim : 2904
YORUMLAR
Web sitemiz 04.03.2012 tarihinden itibaren;
Toplam: 20741110, Bugün: 238 kez ziyaret edilmiştir.